Denizler Boyunca Türkiye Turu (Bölüm 3)
Motosiklet Dünyası Dergisi 39. sayı
Sayfa: 50,51,52
Tarih: 01/09/1999
Metin: Elvin Azar
Fotoğraf: Faramarz Azar
Sponsorlar: Ansal, Beldeyama, Daytona Motor, Korlas, Samura Motor, Shell
Saklı Kilise Yollar hep aynı yollar, deniz de hep aynı deniz; ama farklı illerdi oraları. İnsanlar ne bir chopper, ne de chopper’cı görmüşlerdi ömürlerinde. Ola ki bir yere park edip motorunuzdan inin; sanki ufodan inmişcesine olay oluyordunuz çevrede. Demir atınıza yeniden bindiğinizde ise; arkanızdan bir dolu çocuk koşuşuyordu. Eski Belgin Doruk filmlerinde zengin adam arabası ile kenar mahallere kız almaya gelince çoluk çocuk araba peşinden koşar ya, aynı o mizansen.

Bu değişim Kayseri’de belirginleşti. Kent güzel olmasına güzel ve moderndi ama yol sormak için durduğumuzda bile başımıza on beş, yirmi kişi toplanıyor ve her kafadan bir ses çıkmağa başlıyordu. Kimisi dost, kimisi tepki dolu seslerdi bunlar. Akıl veren, alay eden, şaşkın şaşkın bakan; ne ararsanız vardı.

Ve karşımızda 3900’lük başı dumanlı Erciyes, yaşlı bir volkanın tüm mağrurluğu ile hep bize bakmakta idi sanki. Hani Baudelaire’i, -yazılarını daima Eyfel kulesinin altındaki cafede yazmasından dolayı- bu kuleye hayran sanırlarmış. Bir gün ünlü yazara bu sevginin nedenini sormuşlar. Baudelaire ise öfke ile: “Ne sevmesi; nefret ediyorum bu lanet kuleden” demiş ve ardından eklemiş “ama onu görmeden oturup çalışabildiğim tek yer burası”. Erciyes de şehrin neresinde olursanız olun hep karşınızda. Sözün özü, Kayserili iseniz onunla yaşamağa alışmak zorundasınız.

Yeraltı şehri Oteller öylesine fiyatlı idi ki Kayseri’de, şehirden kaçıp konaklayabileceğimiz bir ağaç dibi aramaya koyulduk. Hava kararıyordu oysa, elimizi çabuk tutmamız gerekiyordu; bu nedenle önünden geçmekte olduğumuz yerleşim birimciğinin bakkalında hem biraz dinlenip hem de etrafı soruşturmağa karar verdik. İşte orada tanıdık Anadolu köylüsünün dillere destan misafirperverliğini. Hepimiz duyarız bu yaldızlı sözleri, hep de kafa sallarız pek aldırmadan. Oysa sonuna dek gerçekmiş söyle)nenler. Sözün özü bırakmadılar bizi, terk edilmiş bir evin bahçesine kurdular çadırımızı, kadın erkek doluştular çevreye, çömeldiler etrafımıza, sabırla tas tas getirdikleri yemekleri yememizi izlediler. Ancak karnımızın doyduğuna inanınca başladılar açılıp konuşmağa, ta gece yarısına dek... öyle sıcacıktı ki dostluk. Sabah erkenden yola çıkmak için çadırdan çıktığımızda ise in cin top oynuyordu etrafta, sadece motorumun üzerinde bırakılmış bir demet kır çiçeğinin dışında...

O gün ilk durağımız Şarkışla oldu, bir tabak işkembe çorbası ile kahvaltı ettik. İşkembe çorbası dedimse de aslında gelen paça çorbası idi. Bir tabak içinde koca bir kemik, içinde azıcık su... sanıyorsunuz ilk gördüğünüzde. O kemikten, öyle bir sübye etler çıkıyor ki sormayın. Başlı başına bir yemek yemiş gibi oluyorsunuz. Bizim bildiğimiz işkembe çorbası ise duyulmuş şey değil yörede.

Ardından Sıvas’a yaklaşmamızla kimlik kontrolları ve aramalar başladı. Kentin girişi kuyruk... Otomatik silahlı polisler kuş uçurtmuyor. Bizim motorcu görüntümüz ise -saklamağa ne gerek var- zaten pek de güven telkin etmiyordu insanlara, doğaldır ki polisler “hakeza”. Herneyse; kazasız belasız girdik Sivas’a ama genelde tüm büyük şehirlerde yaptığımız gibi merkezi pas geçip Hafik’de durakladık. Durmamıza kalmadı burada da iki sivil polis yanımıza gelip kimlik sordu. Sponsor desteğinde turda olduğumuzu öğrenince bizi karakola götürmesinler mi? Tabii ki çay ikram etmek için... Ardında Zara’da öğle yemeği yemek için yine mola verdik ve Şerefiye’de panayır olduğunu öğrenince Refahiye olan rotamızı bu yöne çevirdik. Yolun bozuk olduğu hakkındaki uyarıları dikkate almayarak. Keşke alsaymışız...

Zara Yol “tali yol” kelimesine anlam kazandıracak kadar bozuk, taş, kum, rampa, viraj ne ararsanız mevcuttu. Ama o manzaralar... dünya üzerinde böyle yerlerin olabileceğine ilk kez tanık oldum. İnanın o güzellikler, o sükun, o kokular karşısında kalbiniz yerinden oynuyor. Görmeyen bilemez, anlatmak olanaksız; çünkü doğadaki mistik bir etki sahip oluyordu beynimize, sanırım bir çeşit büyü idi bu.

Şerefiye’ye sonunda vardık varmasına ama içine girmek ne mümkün. Jandarma kontrolları çok yoğun. Bizim ilginç görünümümüzden etkilenen er içeri bırakmadı, üstünü çağırdı. O üst de kimlikleri kontrol edip üstünü çağırdı. Hierarşik olarak en üst komutana dek tanıştıktan sonra ilçeye girdik.

Girmesine girdik de ilerleyemiyoruz ki... bu kez de çocuklardan... nasıl bir hayhuy anlatılır gibi değil. Önünüzde geçit vermez, çocuktan bir duvar. Hele bir duraklama yapın, hemen eller motorların bir yerlerini tutmak için hamle yapıyor. Baktık olacak gibi değil, panayırı izlemeye boş verip yola devam etme kararı aldık ve motorları yine o anlatılamaz bozukluktaki -ne diyeyim- patikaya vurarak dağların zirvelerine ine çıka Suşehri'ni bulduk.

Suşehri ile ilgili aklımda kalan tek nokta yer bulabildiğimiz otel ile ilgili. Olay verdikleri banyosuz olan odayı istemediğimizde başladı. Bizi, banyolu bir oda bulacaklarını söyleyip elimizde sekiz çanta, üç kask ile üç kat merdiven çıkararak bir odanın önüne getirdiler. Herhalde rezerve bir odayı bize verecekler diye düşündüm. Eh, ne de olsa İstanbul’dan gelmiş gezginleriz... Gözümün önünde duş ve yatak hülyaları uçuşuyordu. Ölesiye yorgundum. Oysa bir baktım, kapı duvar, açılmıyor. Meğer odada kalan varmış! Kapıyı gümbür gümbür gümbürdeterek açtırmayı başardılar sonunda. Bizim “aman yapmayın” dememize kalmadı, içerde her şeyden bihaber uyumakta olan ademi pijamalar ve “bu kardaş bizdendir” sözleri ile yaka paça dışarı çıkarmasınlar mı? Cebren ve hile ile ele geçirdiğimiz odada ise dışarı taşınan adamcığın çıktığı yatak hala sıcacık(!) bizi bekliyordu. Sizin anlayacağınız o gece de yerde, uyku tulumunda yatmak vardı kaderde.

Suşehri Ertesi gün güzergahta yine değişiklik yaparak Erzincan’a gidip dönmeğe karar verdik; çünkü çok dikkatle harcadığımız halde paralar suyunu çekmeğe başlamıştı. Bu nedenle ilin merkezinde “şöyle bir dolaşıp” yine Suşehrine gitmeğe karar verdik. Erzincan’a doğru gidiyorduk ki yolda anlatılamaz güzellikte bir uçurum çıktı önümüze. Bizde bu görünümü resimlemek için motoru yolun kenarına çekip biraz soluklanmak kararı verdik. Durmamızın üzerinden bir iki dakika geçmedi ki yanımıza gelen jandarmalar burada duraklama yapmamamızı istediler. Nereden çıkmışlardı bu denli çabucak? Bu soruya cevap arayarak yine yola koyulmaktan başka yapacak yoktu.

Buradan Koyulhisar’a dek ana yolu izleyip, ardından -yine maddi nedenlerden dolayı- kısa tali yola saptık. Manzara tekrar ölümüne güzelleşmişti, büyü yeniden başlamıştı. Yolculuğa çıkan (özellikle endurolar ile çıkan) arkadaşlar, açın haritayı önünüze, bakın bakalım gideceğiniz yere varan sarı tali yollar ve bunlara paralel yeşil çizgiler bulunuyor mu? Ola ki varsa düşünmeden sapın bu yollara. Belki biraz daha yorulacak ama unutamayacağınız saatler geçireceksiniz.

Koyulhisar’dan sonra berbat bir soğuk ve son günlerde canımızı çıkaran yağmur iyice arttı. Yol deseniz dimdik, sanki göğe doğru tırmanıyordu. Suşehrinde uyarmışlardı bizi, “sapmayın oralara, ana yoldan ayrılmayın” diye. Cüzdan laf anlamıyordu oysa. Çaresiz vitesi iki-üç, iki-üç kanırta kanırta ilerlemeğe koyulduk. Yavaş yavaş her yanı sis kaplamağa başladı, soğuk 6 dereceye indi, kışın bile seyrek olarak eldiven kullanan “komutan” çantasının en dibindeki eldivenleri, -hiç üşenmeden- çıkarıp giydi. Isı farkı fena çarpıyordu insanı. Ve sonunda uçurumun en dibine düşmüş gibi duran Mesudiye’ye vardık. Tabii girişte yine sıkı bir arama taramadan sonra...

Mesudiye garip bir yer; sanki otogarda on otobüs aynı anda boşalmış gibi insan dolu her yan. Herkes ayakta, kimse bir şey yapmıyor, sanki herkes sadece bir yerlere gidiyor gibi. Köyün tam ortasında ise yusyuvarlak bir cafe var. İçinde ise çeşit çeşit pizza ve hamburgerler bulmak çok şaşırtıyor insanı. Tam yerleşmiş yemeğimizi yiyorduk ki iki polis özel olarak bizim için içeri girip bir kez daha kimlik sordular. Anlayacağınız kontrollar o denli yoğun bu bölgelerde. İnsan bir yandan polis ve jandarma korumasını görüp rahatlıyor ama yine de motorcular için zor bir durum. Emniyet güçleri için de böyle, çünkü sorumlulukları büyük. Sözün özü terörün ülkeye verdiği zarar sadece can almakla sınırlı değil.

Mesudiyede biraz ısınıp yine yollara düştük. Artık yoldaki çukurları ve taşlı kumlu zemine yerleşmiş dik virajları anlatacak kelime bulamıyorum. Açıkça söyleyeyim ki 1490 metrelik Harçbeli’ne çıkan yol motorculuğumu zorlayan, iki yerde kenara çekip “ne işin var buralarda, hanım hanımcık evinde oturup dolma sarsan olmaz mıydı sanki?” dedirten oluşumdaydı. O kapkara çamların kasveti bir yanda, derinlere doğru akıp giden uçurum diğer yanda, “dikkat heyelan var” işaretleri ve bunları doğrulamak istercesine önünüze arkanıza düşen taş parçaları ise her bir yanda... Hatırlarsanız Indiana Jones ilk filmde bir tapınaktan tanrı heykelini afirikleyince başına taşlar düşmeye başlar, o ise kaçarken arkasında koca kayalar onu kovalardı. İnanın bana Indy’nin ne hissettiğini çok iyi anlıyorum artık.

Ve sonunda tırmanış sırasında, uzaktan bulutlara sarılı olarak gördüğümüz zirveye ulaştık... resmen ıslak bir bulutun içine girerek. Düşünün; görüş açık iken birden önünüze sisten bir duvar çıkıyor ve bu sisin içine girince üç metre önünüzü görememeğe başlıyorsunuz. Yerden -aynı korku filmlerindeki gibi- yükselen duman da cabası. Fona Apocalyptica’nın müziğini koyun, eminim gözleriniz kont Drakula’yı arayacak. Ve birden önümüze bir levha çıktı: Harçbeli Zirvesi... Anlyacağınız yol zirveden geçiyordu. Komutan da -hasbelkader de olsa- bir moto-dağcı olarak biraz daha tırmanıp Yamaha’nın amblemini en uçlara bıraktı. Yamaha chopper’lar geze geze sonunda bir dağ da fethetmişti. (Burada bir not düşeyim: Motorculuk ile tanıştığım Birleşik Devletlerde zaten motor deyince akla sadece chopper gelir. İstanbul’da olduğu gibi race’leri caddelerde görmek neredeyse olanaksızdır. Adamlar hep chopperlar üzerinde gezerler; kuzeyde Montana’nın karlı dağlarında da, güneyde Arizona’nın çöllerinde de... Zaten Amerikan markası olan Titan ve Harley- Davidson’ların sadece chopper üretmesi bunun en güzel delili değil mi?)

Yolculuğun üçüncü etabının özeti böyle motorcu dostlar. Gelecek sayıda sizlere Ordu- İstanbul arası yolculuğu anlatıp, bizim Yamaha’lar ve gezi hakkında bazı teknik bilgiler de vereceğim.

Son olarak: Tatile gitmeyi planlıyorsanız bu kez Ege ve Akdenize gitmeye yan çizin diyoruz biz. Gözü kapalı dalın Anandolu’nun yüreğine; yaşamınızı dört yerine iki tekerleğe emanet ettiren -genelgeçer insandan- farklılığınızı tatil anlayışında da gösterin. Biz “yaşamın alternatif adamları” (ve kadınları) motorcular, emperyalist bir itilim ile ele geçirelim güzel yurdumuzu, yayalım yaşam görüşümüzü bakir Anadolu topraklarına; çünkü vatanımızın güzellikleri asla üç-dört yıldızlı konaklama tesisleri ve çevresi ile sınırlı değil...